Oysa geçtiğimiz hafta yaptığım İstanbul yolculuğunda kentin neredeyse heryeri binlerce Mavişehir’le dolu gibi geldi bana. Özellikle de Avrupa yakası. Dizilerde vapurların nazlı edalarla salındığı Boğaz da, Kız Kulesi de sanki bir başka kentin enstrümanları. Ben Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü geçip de gittiğim Beylikdüzü’nde başka bir dünyayla karşılaştım.
Sanayileşmenin acımasız çarklarının döndüğü bir garip bölge geldi bana Avrupa yakası. İnsanların otoyollarda ortalama 120 kilometre hızla, sinyalsiz, kuralsız yol aldığı kentin bu bölgesinde herşey trafikteki gibi, hızla, kuralsızca ilerliyor belli ki…
İzmir’de yaşadığımız yoğun trafiğin bunaltısıyla “Bu yollar bu kenti taşımıyor artık” demiştim önceki hafta. Ancak yolum İstanbul’a düşünce; anladım ki biz İzmir’de yine de çok şanslıyız.
Her yerde yüksek yüksek bloklar… İşyerleri, konutların bulunduğu binalar yüksek. Yüksek gerilim hatlarını taşıyan direkler bile bir başka yüksek. Van’dan, Ağrı’dan ya da Konya’dan değil İzmir’den gittim oysa ben İstanbul’a. Otogar’da sırtında poşusu, ayağında şalvarı ve elinde cep telefonuyla kendinden gayet emin konuşan bir yurdum insanını görünce güldüm kendi kendime.
Binalardaki dijital panolar, pankartlardaki puntoların insanın gözünün içine girercesine büyüklüğü, sıklığı… Bu kadar çok firmanın bu kadar çok insana sesini duyurabilmesi için daha çok reklamı, daha yüksek sesle söylediği bir kent İstanbul… Ve tüm reklamların bu gürültüde, kalabalıkta kaybolduğu bir kent.
Öncesinde bir süre kaldığım Bursa da neredeyse İstanbullaşmış. Yollardaki kalabalık, kent merkezinden İzmir ve İstanbul yoluna doğru kayan yeni yerleşim bölgeleri, hafif raylı sistem Bursa’nın yüzünü botokslanmış gibi gençleştirmiş. Kent merkezinde trafik yoğunluğu nedeniyle ara sokaklara sapan taksi dolmuşları, eski ama sımsıcak Bursa’yla buluşturuyor neyseki kentin ziyaretçilerini.
Bursa’ya 5 yıldır gitmemiştim. Yağmurla gidip karla döndüğüm kentte özellikle çarşıdaki hareketlilik bizim Kemeraltı esnafını kıskandıracak cinsten. Heykel semtinde Ulu Cami’nin yanıbaşındaki eski çarşı, Koza Han’ın sizi o zarif ipekleriyle buluşturan cazibesi Kızlarağası Hanı’nı çağrıştırıyor. Tabii arada küçük bir fark var. Koca bir avlu etrafında yerleşmiş küçük ipekçi dükkanlarıyla Koza Han’da, doğal yerli Bursa ipeği karşılıyor sizi. Kızlarağası Hanı’ndaki gibi Çin ve Hint malları da var kuşkusuz. Ama tüm çarşıyı istila etmemiş…
Oysa bizim Hisar Camisi’nin etrafındaki küçük iğne oyaları satan dükkanlar çoğalsa, el işleri, doğal dokumalarımız Hint dokumalarının yerini alsa, yerli yabancı turist için de, satıcılar için de daha iyi olacak.
Yeşil Bursa aynı zamanda anıt ağaçlarıyla da dikkat çekiyor. Anıt ağaçların üzerinde sayım yapıldığı yıl kaç yaşında olduğu, kayıt tarihi yazılı. İzmir’de Foça, Ödemiş, Urla, Menemen ve Buca Kaynaklar’da anıt ağaçlar olduğunu öğrenim internetteki kaynaklardan. Ama ya sayıları çok az ya da belediyeler kapsamlı bir araştırma yapmamış olsa gerek ki bilmiyoruz bu doğal tarihi anıtları.
Güzelbahçe Belediyesi’nin bu konuda çalışmaları olduğunu basın danışmanlığındaki arkadaşlarımız iletti iletmesine ama İzmir 5 bin yıllık koca kent. Bu kentte kimbilir tescillenmemiş kaç anıt ağaç var…
İşin özü, insan bir vesileyle kendi yaşadığı kentin dışında soluk alıp verince, bizi bunalttığını sandığımız kentin ne kadar güzel olduğunu bir kere daha anlıyor. Yolları bu trafiği kaldırmasa da, güvenlik sorunlarımız olsa da, yeşilimiz başka kentlerdeki kadar olmasa da, ticari yaşam yerinde saysa da, İzmir yağmurda bile yüzünü bizden esirgemeyen güneşiyle yine de “yaşanılası” bir kent.
Category: Köşe yazıları