Uzun Kurban Bayramı tatilinde Karadağ, Bosna Hersek ve Hırvatistan’a düzenlenen geziye, Bosna Hersek Fahri Konsolosu Ahmet Kemal Baysak’ın davetiyle katılıyoruz. İçinde Bosna Hersek geçen her davet, son derece cazip. Önceki gidişlerimizde Baysak’ın önerisiyle, “İçen bir daha gelir” denilen Başçarşı’da, köşedeki çeşmenin suyundan da içmişiz. Biliyoruz bir biçimde, yeniden Bosna’ya gideceğimizi. Bilmediğimiz “Ne zaman?” sorusunun yanıtıydı, onu da Kemal Bey veriyor: “Bayramda uygunsanız Bosna’ya gidiyoruz.”
Bu sefer Bosna Hersek’in yanı sıra Hırvatistan ve Karadağ’daki Türk izlerini de göreceğiz. Yolumuz uzun. Geziye katılanarın çoğu, çocukluklarından beri anlatılan, atalarının yaşadıkları yerleri görebilmek amacındalar. Kimisi 80’li yaşlarında, kimi 50’sine merdiven dayamış. Müthiş heyecanlılar. Türkiye’deki ailelerinin selamını götürecekler dedelerinin topraklarına. İkinci ya da üçüncü kuşaktan o topraklarda kalmış aile yadigarlarıyla buluşabilme umudu taşıyorlar. “Belki uzak bir kuzen ya da bir akraba çocuğuyla görüşürüz” beklentisi var hepsinde…
Geziye katılanlar arasında Türkiye Bosna Hersek Kültür Dernekleri Federasyonu Cemal Şenel’in yanı sıra İzmir, Adana, Burhaniye, Biga derneklerinin temsilcileri de var. Bu gezide yapılacak resmi ziyaretlerde Karadağ ve Bosna Hersek’ten iki kentin; Bar ve Cazin Belediyeleri’nin Urla ve Bornova ile kardeş kent olmaları için girişimde bulunulacak. Bornova Belediye Başkanı Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır da eşi Rana Hanım’la geziye katılan konuklar arasında.
Şu sıralar televizyonlarda “Balkanlar’ı sel aldı, Dirina nehri taştı, sular yükseldi” haberlerini okuyunca, meğer bayramda ne güzel bir fırsat yakalmışız diye düşünüyorum. Yıllardır Balkanlar’dan gelen soğuk ve yağışlı hava dalgası bu defa hoş bir sürpriz yapıyor bize. Uzun yılların ortalamasının çok üstünde bir sıcaklık karşılıyor bayram boyunca bizleri. Yağmursa daha çok geceleri yağarak, gündüzleri rahat dolaşmamıza izin veriyor.
Dağlar arasında bir ülke: Karadağ
İlk durağımız Karadağ. Adı üstünde her yer dağlık. Uçaktan aşağısı sazlık, çalılık izlenimi verse de, ülkenin başkenti Podgorica’ya indiğimizde çevrenin yıl boyu yapraklarını dökmeyen servi, ladin ve çam ağaçlarıyla dolu olduğunu görmek şaşırtıyor bizleri. İki saate yakın süren bir yolculuk sonrası, herkeste aynı düşünce; “Kim bilir kar yağdığında nasıl da güzel oluyordur buraları…”
Karadağ Cumhuriyeti ya da Eurovision Şarkı Yarışmasın’dan aklıma kazınan ismiyle Montenegro yerel dilde ise Republika Crna Gora (Sirna Gora okunuyor), yaklaşık 600 bin nüfuslu bir ülke. Karadağ, eski Yugoslavya’nın altı kurucu ülkesinden birisi. Diğer kurucu cumhuriyetler ayrıldıktan sonra Sırbistan ile Sırbistan – Karadağ adı altında sürdürmüş varlığını. Karadağ 2006’da bağımsızlığını kazanıp da ayrılınca Sırbistan’ın da deniz egemenliği sona ermiş. Türkiye, dünyanın en genç devleti olan Karadağ’ı ilk tanıyan ülkelerden birisi olmuş. Ülkede müslüman nüfus yüzde 16 dolayında.
Karadağ, vize zorunluluğunun kalkmasının ardından, bu topraklardan ayrılan Türkler’in en çok ziyaret ettiği yerlerden birisi olmuş. Türk Hava Yolları’nın Temmuz ayında Karadağ’ın başkenti Podgorica’ya direk uçuş başlatması bu ziyaretlerin artmasını etkilemiş. Bu seferlerin prestij amaçlı olduğu söyleniyor.
Karadağ’ın “Sancak” olarak bilinen kesiminde yer alan Bijelo Polje, Türkçe karşılığıyla Akova kenti aynı zamanda Burhaniye ile kardeş kent.
Karadağ, kanyonları, Adriyatik Denizi kıyıları, orman ve dağ manzarasıyla ünlü bir ülke.
Kako si? filmi gerçek olacak
Karadağ’ın başkenti Podgorica’ya vardığımızda ekibimiz ikiye ayrılıyor. Protokol grubundakiler Karadağ Meclis Başkan Yardımcısı ve Türkiye-Karadağ Dostluk Derneği Başkanı Rifat Rastoder’in verdiği yemeğe katılıyor. Yemekte milletvekili Sulo Mustafiç , Müslüman Boşnak Forumu Başkanı Hüseyin Tuzoviç , Türk Büyükelçiliği’nden Aydın Rakiç ve Karadağ Baş Müftüsü Rıfat Feyziç de bulunuyor.
Burada Bornova ile Karadağ’ın Bar kentinin kardeş kent olmasının temelleri atılıyor. Bar kenti plajlarıyla ünlü bir kent. Aynı zamanda zeytincilik de gelişmiş durumda. Rastoder, “Bar kenti tıpkı İzmir gibi çok kültürlü bir kent. Aramızda turistik amaçlı ziyaretler yapılabilir. Aileler gidip gelebilir. Gençlerimizi kaynaştırabiliriz. Gençlerimiz gidip gelmeye başladı bile. Bir süre önce Burhaniye ile Bielo Polje kardeş şehir oldu. Ancak istenen yol alınamadı. Bu kişilere bağlı bir durum. Bunu geliştirmek bizlerin elinde. Osmanlılardan sonra burada yapı çok değişti. Çok acılar yaşandı. Karadağ, Türk birliğinin en çok korunabildiği yer. Karadağ stratejik bir noktada. Bu yüzden çok çatışma yaşadık. Ama bugün en istikrarlı ülke Karadağ” diyor.
Başkan Prof. Dr. Sındır’ın yanı sıra Bornova Belediye Meclis üyesi ve aynı zamanda İzmir Bosna Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Avukat Şenay Biçer ve dernek yönetim kurulu üyeleri, iki kent arasında ilişkilerin yoğunlaşmasına yönelik projelerle gelmişler.
Bir süre önce gösterime giren Kako si? filminde olduğu gibi ailelerinin bir kısmı Türkiye’ye göç eden, bir kısmı da bu topraklarda kalan akrabalar arasında gidiş gelişi, iletişimi güçlendirmek istiyor iki taraf da. Bornova Belediye Başkanı Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır, “Kemal Baysak’ın açtığı bu yolda biz iki kardeş ülkenin insanları arasında iletişimi güçlendirmek istiyoruz. Bu amaçla yaşlı vatandaşlarımızın birbirine kavuşmaları için bir projemiz var. Belediyemiz sınırları içinde bu topraklardan gelen çok sayıda Boşnak yaşıyor. Onlar bize, biz onlara gidelim. Birbirlerinin evlerinde konuk olsunlar. Onun dışında gençlik festivalleri, spor karşılaşmaları, kadınlar arası ilişkiler güçledirecek etkinlikler düzenlemek isteriz” diyor.
Yemek sona erdiğinde yolculuk boyunca yaşanan duygusal anlardan birisine tanıklık ediyoruz. Eğitimini Türkiye’de alan Karadağ Baş Müftüsü Rıfat Feyziç, Kemal Baysak’a teşekkür ederek söz alıyor. “Siz olmasaydınız ben burada olmazdım. Benim eğitimimi tamamlamama ve bu göreve gelmeme en büyük katkıyı siz koydunuz” derken gözleri doluyor. Feyziç’in İzmir’deki yüksek öğrenimi sırasında Baysak’tan önemli katkı ve destek gören sayısız gençten biri olduğunu öğreniyoruz bu sözlerle…
Podgorica’da Bursalı Gintaş firmasının yakın zamanda yaptığı 60 milyon Euro’luk alışveriş merkezi Mall of Montenegro kente bir hareketlilik getirmiş. Bin sekiz yüz kişiye istihdam sağladığı belirtilen alış veriş merkezi özellikle gençler için iş olanağı yaratmış. Söz konusu merkezde görevli Asmir Spahiç de eğitimini Türkiye’de almış, bu şirkette çalışan bir genç. O da Ahmet Kemal Baysak’ın her alanda desteğini esirgemediği gençlerden. Bize Karadağ’da kaldığımız süre boyunca düzgün Türkçesi ile çevirmenlik yapıyor.
Bu bölgede saatler Türkiye’ye göre bir saat geride. Kış koşullarında bu bir saat bile çok önemli. Hava erkenden kararıyor. Dolayısıyla kentin en güzel kıyılarına sahip Bar kentini görmek akşam saatlerine kalıyor. Gün batımını bile zor yakalıyoruz. Zeytincilikle ünlü Bar’ın eski bir köyüne vardığımızda hava çoktan karardığından, terk edilmiş köyde fazla kalamıyoruz. Köyün eski çarşısında yürürken bir istinat duvarında tutunup göğe yükselmiş servi dikkatimizi çekiyor. Nasılda tutunuvermiş yaşama dirençle, fotoğraflıyoruz…
Kolaşin ve Akova’da köklere yolculuk
Arife gününe denk gelen 15 Kasım gününde uzun sürecek bir yolculuğa başlıyoruz. Bijelo Polje yani Akova ve Kolaşin var güzergahımızda. Karadağ’ın kuzeyindeki Kolaşin, Osmanlı yönetiminin son dönemlerinde Kosova sınırlarında yer almış. Otobüsümüzde ailesi Kolaşin’den göç edenler çoğunlukta. Bugün sadece bir müslüman ailenin yaşadığını öğrendiğimiz kentte, müslümanlara ait mezarlıklar bile yok artık. Her türlü iz, bilinçil bir şekilde yok edilmiş.
Yolcuların bir kısmı manzarasını Bitlis’e benzetiyorlar Kolaşin yolunu. Yolumuzu tüm Bosna’da olduğu gibi sular yönlendiriyor. Suyun yoluna göre açılan köprülerden, sayısız tünelden geçiyoruz. Doğa öylesine sert ki, İyi ki kar zamanına denk gelmedik diyoruz. Yol boyunca, araç çekicilerinin reklamları var kayalıkların üzerinde.
Rehberimizin uyarısıyla kenti ikiye bölen Morača nehrinin kanyonuyla tanışıyoruz. Kanyonun azametini daha iyi görebileceğimiz, sayısız tünellerden birinin girişinde, yolun genişlediği bir noktada duruyoruz. Bu kanyonun Avrupa’nın en büyük kanyonlarından biri olduğunu öğreniyoruz. Yolculuğumuz boyunca havanın en soğuk olduğu yer de burası. Başımızı kaldırdığımızda tepelerden geçen Belgrad – Bar demiryolunda ilerleyen trenler görünüyor küçücük. Bu tünellerin Tito döneminde mahkumların çalıştırılarak açıldığını anlatıyor rehberimiz.
İnsan eli değmemiş izlenimi veren yerler görüyoruz yol boyunca. Dağların yükseklerinde bacası tüten evler, pastoral manzarayı tamamlayan unsurlar. “Bu insanlar nereden alır ekmeğini, okula, hastaneye nasıl gider, o tepelere nasıl tırmanır, bu dağlarda yaban hayatıyla nasıl baş eder?” diye soruyoruz yol boyunca birbirimize… Kentin konforuna alışmış bizler için bu yerler, yaşanası değil geçilip gidilesi yerler…
Kolaşin’de aranan geçmiş
Kolaşin yazan tabelanın önünde kentle bağı olanlar tek tek fotoğraf çektiriyor.
Kolaşin’e vardığımızda aslında kayak merkezi olan kentte tam bir sonbahar havası karşılıyor bizi. Henüz kar yağmamış. Normalde diz boyu kar olurmuş bu mevsimde. Şansımıza üzerimizdeki hırkalar bile fazla geliyor sabah güneşinde.
Bir kaç saat kaldığımız kentte, biz kent meydanında çevreyi izlerken, otobüsümüzdeki umut yolcuları ailelerinden bir iz bulmanın peşinde. İzmir Bosna Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Şenay Biçer, Adana Bosna Hersek Kardeşlik Yardımlaşma Kültür Derneği Başkanı Fatma Kiminsu ile birlikte kentteki tek müslüman aileninin büyüğüyle birlikteler. Tokoviç ailesinin en büyüğü olan Kemal Tokoviç, kentte sadece altı ev kaldığını anlatıyor. Biçer ve Kiminsu, Tokoviç’in evine gidip, bahçelerinden birer avuç toprak alıyorlar, İzmir’ ve Adana’ya döndüklerinde buradan göç eden ailelerinin mezarlıklarına bırakmak üzere…
Ak çiçekler eşliğindeki ak ova Bijelo Polje
Kolaşin’in ardından Bijelo Polje’ye; yani Akovaya doğru yol alıyoruz. Yol boyunca kente adını veren beyaz çiçeklerin sardığı yüksek ağaçlar eşlik ediyor bizlere. Havada hafif genzi yakarken insanın içini ısıtan bir odun kokusu var. Sadece ağaçlar ve gökyüzünün izlendiği, doğayla başbaşa bir yolculuk bu. Ne binalar, ne taşıt trafiği, ne gürültü var. Orman içinde gördüğümüz evlerin bacasından tüten dumanı izlemek hepimize mutluluk veriyor.
Bijelo Polje’ye geldiğimizde bizi İzmir’de akrabaları bulunan Ervin Spahic karşılıyor. Sancak Bölgesi’ndeki Bijelo Polje’den Türkiye’ye göç eden çok sayıda müslüman olduğunu öğreniyoruz. Bugün nüfusun yüzde 40’ını Sırplar’ın oluşturduğu kentte, Boşnak nüfus yüzde 22 dolayında.
Bijelo Polje Belediye Başkanı Tarzan Miloseviç, derin bir saygıyla karşıladığı Ahmet Kemal Baysak’a beraberindekilerle ziyareti için teşekkürlerini sunuyor. Burhaniye ile kardeş kent olmalarını Baysak’a borçlu olduklarını vurgulayan Miloseviç, Pijelo Pelje ile Burhaniye’nin ilişkilerini daha da geliştirmesi için çaba harcanması gerektiğini dile getiriyor.
60 bin nüfusuyla Karadağ’ın en büyük üçüncü kenti olan Bijelo Polje etnik grupların çok fazla olduğunu anlatıyor Başkan Miloseviç. Türk İşbirliği ve Kalkınma İdare Başkanlığı TİKA’nın yaptırdığı ilkokul için teşekkür ediyor. Tarih boyunca konuk sever insanların yaşadığı kente gelen konuklarına “Bayram şerif mübarek olsun” diye içtenlikle sesleniyor.
Bosna ile akrabalık bağı olmayanlar da çok duygulanıyor bu ziyaretler sırasında. Sıradan yolculuklarda yaşanmayan anlara tanıklık ediyorlar. Ardından kente Etnoğrafya Müzesi’ni geziyoruz.
Burada herkes ailelerinin Türkiye’ye gelirken getirdiği bir şeyler buluyor. Kimi bir sandığa dokunuyor, kimi bir dokuma tezgahına.
Ailesi Bulgaristan’dan göç eden Psikolog Jülide Aral ise bir sandığın yanına oturmuş, fotoğrafını çekmemi istior. “Annemler böyle bir sandıkla gelmişti memlekete Bulgaristan’dan. Uzun yıllar kullanıldı o sandık” diyor duyguyla.
Eşim Hüseyin ise eski, körüklü bir piyanonun başına geçiyor. Piyano pedallı körükle çalışıyor. Uzun yıllar kullanılmamış olmasına karşın hiç akortsuz ses çıkmıyor piyanodan. Bosna Hersek’e geçen gidişimizde duyup çok sevdiği U Stambolu na Bosforu şarkısını çalmaya başlayınca, herkes Hüseyin’in de artık yarı Boşnak olduğu fikrinde birleşiyor.
Bizim konuştuğumuz dil eski Boşnakça
Kolaşin ve Bijelo Polje’ye giderken neşeli seslerin duyulduğu otobüs, dönüş yolunda sessizleşiyor. Herkes bir iç hesaplaşmada sanki. Yıllardır özlemle beklenen ve bir çırpıda geçiveren günün ağırlığı basmış herkesin üstüne.
Nurten Ok, Feriha Akkır ve Rafet Albayrak, Kolaşin’de yakınlarından bir iz bulabilmek umuduyla katılmışlar geziye. Umut yolcularıyla kısa kısa söyleşiyoruz… “Elimizde bir adres yoktu, sadece umudumuz vardı” diyor Nurten Ok. Ailesi 1913 – 1914 yıllarında göç etmiş Türkiye’ye. Önce Halep’e gelmişler, oradan yürüyerek Adana, Konya, sonra da Manisa’ya göçmüşler. Ardından da İzmir’e yerleşmişler. Kolaşin ve Bijelo Polje’de kalan ve Türkiye’ye gelemeyen akrabalarının hikayeleriyle büyümüşler. “Çocuklarını bulamasak da, mezarlarını bulabiliriz en azından diyorduk, onları bile yok etmişler. Çok üzüldük. Bize kentin kayıtlarından bulabileceğimizi söylemişlerdi ama kayıtları tutan kimse olmamış. Kimden arayacağız ki? Ancak herşeye rağmen bu geziye katıldığımız, buralara kadar gelebildiğimiz için mutluyuz yine de” diyor Feriha Akkır.
Rafet Albayrak, akrabaları Feriha ve Nurten hanımlarla yola çıktığı gezinin kendileri için en önemli bölümünden dönerken karışık duygular taşıdığını söylüyor. “Şenay Hanım’a da söyledim ya; buraya gelirken şuramda kor gibi bir ateş yanıyordu. Kendimi bildim bileli vardı bu ateş. Artık yanmıyor” diyor.
Üçü de Boşnakça’yı çok iyi konuşuyor. Nurten Hanım, Kolaşin’de sohbet ettiği yaşlı bir hanımın kendisine, “Senin konuştuğun dil eski Boşnakça. Nereden öğrendin?” diye sorduğunu söylüyor. Mutlu olmuş bunu duymaktan. Evde ana dilinde konuşan büyükannesinden öğrendiği Boşnakça, yıllar sonra ana topraklarında kendisine yardımcı olmuş. Buradaki Boşnaklar’ın yaşamının Türkiye’dekilerle benzeşip benzeşmediğini sorunca, “Yok, farklıyız. Türkiye’de biraz daha farklı adetlerimiz, daha güzel” diye yanıt veriyor.
Davut Bulut da Kolaşin’in Trebalevo köyü’nden. Babasının 1957’de Türkiye’ye göç ettiğini anlatıyor. ‘Buralarda her 50 yılda bir savaş olur’ derdi babam. Bizi korumak için geri dönmüş. İyi de yapmış aslına bakarsanız” diyor. Dedesinin yaşadığı Hacıbuliç Köyü’nün hala aynı adla anıldığını anlatan Bulut, tanıdığı bir çok kişiyi görmüş bu ziyarette.
Fatma Kiminsu’nun ailesi Kaliç’ler de 1911 ‘de gelmişler Türkiye’ye. Şenay Hanım’la ata topraklarını bir torbaya koyup dönerken o da hüzünlü, kimseleri bulamamaktan.
Şenay Biçer hem anne hem baba tarafında Kolaşinli olduklarını anlatıyor. Balkanlar’dan Türkiye’ye yola çıkan üç gemiden birisiyle gelmiş büyükleri. Ayvalık Gömeç’e yerleşmişler. Kız kardeşi Kolaşin’de kalan anneanesinin ölmeden önce anlattıkları bir bir canlanmış aklında. Ölümünden 15 gün önce tamamen Boşnakça konuşmaya başlayan anneannesinin sürekli Kolaşin’deki kız kardeşi Emina’yı sayıkladığını anlatıyor hüzünle.
Aldıkları toprağı Gömeç’e götüreceğini söylüyor. Bornova Belediyesi’nin yaşlıları birbiriyle buluşturma projesinin bu nedenle çok önemli olduğunu vurguluyor bir kez daha.
Yol arkadaşlarımızdan birisi olan psikolog Jülide Aral’la konuşuyorum kısa söyleşilerimizin ardından. “Neden köklerimizi ararız böyle?” diye soruyorum, Aral, gülümseyerek yanıt veriyor: “Kök duygusu, ait olma duygusundan.” Urfa Göbeklitepe’den bir örnek veriyor sonra:
“Buradaki insanlık tarihine ilişkin araştırmalar 10 bin yıl öncesine dayanıyor. Yapılan araştırmalarda görülüyor ki, insanlar ölülerini evlerinin altına gömüyorlar. Bir yerden bir yere giderken de taşıyorlar. Yani senin için önemli olandan ayrılmama isteğinin göstergesi. Oysa muhacir olanlar göç ederken herşeylerini bırakıyorlar. Ortalama üçüncü kuşak geçmişini aramaya başlıyor böyle. Kök duygusunu hissetmekle ilgili bir şey bu. Sözlü tarih, atasözleri, ninniler, geziler ayrı bir önem kazanıyor bir yerden sonra.”
Balkanlar Sevdalinkasız olmaz
Sevdalinkalar, Balkanların müziğinde en önemli yere sahip. Akordeon eşliğinde söylenen sevgi yüklü halk ezgileri. Arife gününün akşamında Karadağ Müslüman Boşnak Forumu’nun düzenlediği Bayram Kokteyli’ne katılıyoruz. Kokteyl deyince bizde alkollü davet olur. Burada meyva suyu ve enfes tatlılar ikram ediliyor. Türkiye Karadağ Büyükelçisi Emine Birgen Keşoğlu da geceye katılan konuklar arasında.
Karadağ’ın Türk iş adamlarına harika iş olanakları sunduğunu anlatıyor Keşoğlu. Türk vatandaşının çok az olduğu Karadağ’da iş adamlarımızın tekstil, gıda ve inşaat alanında yatırım yapabileceğini vurguluyor. Kültürel ilişkilerin ekonomik ilişkilerden çok daha iyi noktada olduğunu gördüğümüz Karadağ’da, THY’nın doğrudan seferlerinin başlamasının iki ülke arasında ekonomik ilişkileri geliştireceğini söylüyor. Büyükelçi, “Bakir bir alan burası. Avrupa Birliği yolunda emin adımlarla ilerliyor. Aralık ayında adaylık statüsü almalarını bekliyoruz. Dolayısıyla ilişkiler son derece ciddi ve kurallara bağlı işliyor. Hiç çekinmeden yatırım yapılabilir burada” diye ekliyor.
2006’da bağımsızlığını ilan eden Karadağ’da, Türkiye 2009’da büyükelçiliğini açmış. Türkiye’nin Karadağ’ı tanıyan ilk yedi devletten biri olduğunu anlatan Emine Birgen Keşoğlu, burada görev yapan ikinci büyükelçimiz. Zeytincilik ve zeytinyağı alanında da çalışmaların yapılabileceği ülkede, zeytin işleme tesislerinin kurulabileceğinden söz ediyor Büyükelçi Keşoğlu. İşsizliğin büyük sorun olduğu ülkede aylıkların ortalama 250 Euro olduğunu öğreniyoruz. Keşoğlu’nun sosyal yapıyla ilgili anlattıkları ise hiç yabancı değil: “Aileler ekonomik krizden çok etkilendi burada da. Kriz sonrası topluca yaşamaya başladılar. Kaynana, gelin, damat, çoluk çocuk bir arada. Yani müslüman adetleri yeniden canlanmaya başladı.”
Kokteylin ardın gerçekleşen Sevdalinka gecesinde, akordeon üstadı Omer Hodzic yönetimindeki orkestranın eşliğinde söylenen şarkılar hepimize yorgunluğumuzu unutturuyor. Gece yarısına doğru biten programın ardından, otobüsümüzle ışıl ışıl aydınlatılmış Milenyum Köprüsü’nden geçerken, bayrama sevinçle ve mutlulukla giriyoruz.
Türkler’in Adriyatik seferi
Bayram sabahı kafilenin erkekleri Podgorica’nın Tuzi semtindeki camiye gidiyorlar. TİKA tarafından yeniden inşa edilen camide namaz kılmak herkesi çok heyecanlandırıyor. Namazın ardından otelde bayramlaşıp, bayram şekerlerimizi yiyoruz. Sonra yine yollardayız. Adriyatik kıyılarına doğru yol alıyoruz. Budva, Kotor ve Dubrovnik hedef kentler.
Bayram olduğunu bize hissettiren en önemli kanıt, tatili fırsat bilip yurt dışına çıkan Türkler. Enfes Adriyatik manzarasına sahip Dubrovnik kentinde, kalenin girişinde park eden otobüsümüzün yanında beklerken, yarım saat içinde otobüsle kenti gezmeye gelen sekiz Türk kafilesi sayıyoruz eşimle. Türkler’in dışında en fazla gördüğümüz yabancılarsa Japonlar.
Dubrovnik’te kaldığımız otelde ise otel çalışanları dışında neredeyse herkes Türk. İtalyanların uzun süre egemenliğinde kalan Dubrovnik, bu bayram Türkler’in istilasına uğramış adeta. Gerçekten görülmeye değer kentlerden birisi burası.
Deniz kıyısındaki kentlerin tüm özelliklerini yansıtan kent sanat ve tarihle iç içe. Mermer heykeller, Rönesans’ın tüm ihtişamını yansıtıyor. Dik merdivenli sokaklarında evlerin balkonlarından sardunyalar sarkıyor.
Euro’nun geçerli olduğu kent turizmin nimetlerinden nasıl yararlanılacağının bir kanıtı. Savaş sırasında yıkılan ve yeniden inşa edilen kent öyle bir marka haline gelmiş ki, adeta para basıyor. Sarajevo’da 2 Euro olan minik manyetlerin fiyatları burada 4 – 5 Euro’dan başlıyor. Kentte Euro’nun dışında kendi para birimleri olan Kuna geçerli. Kuna, Euro’nun yedide biri değerinde. Bosna’nın ünlü cevabları, kıymalı börekleri buralarda pek yok. Daha çok deniz ürünleri ve en çok da kruvasanlar satılıyor.
Otobüsümüzle ünlü Adriyatik kıyılarını, fiyordları dolaşa dolaşa Bosna sınırına geliyoruz. Gördüğümüz manzaralar eşsiz. Ne yazık ki yolda durup fotoğraf çektirecek, denizin havasını içine çekecek kadar zamanımız yok. Buralara yeniden gelmek lazım diyerek aklımız Dubrovnik’te, gönlümüz Bosna’da yola devam ediyoruz. Yolda yine Kemal Baysak’ın bir tanıdığına rastlıyoruz. Bir benzin istasyonu ve restoran sahibi olan dostu, tüm kafileyi ağırlıyor istasyonunda. Kahveler ve çaylar eşliğinde bir mola veriyoruz. Sonra da tedirgin bir şekilde Hırvat sınırına gidiyoruz. Tedirginlik, zaman zaman sınırda yaşanan sorunlardan kaynaklanıyor. Hırvat polislerinin Türk yolculara sorun çıkardığı anlatılıyor. Neyse ki bir iki küçük aksaklığı aşıp yola koyuyabiliyoruz.
Buralara ilk defa gelenler için görülmezse olmaz yerlerden üçü var yolumuz üstünde. Orijinal bir Türk köyü olan ve kalesiyle ünlü Poçitel, Buna nehrinin kaynağı olan yerdeki Sarı Saltuk Baba Tekkesi’nin bulunduğu Tekija ve eşsiz Mostar.
Poçitel Köyü’ne hafif hafif yağan yağmurda çıkan enfes bir gökkuşağının altından geçerek giriyoruz. Kış ve bayram tatili olması nedeniyle köyün girişindeki tüm dükkanlar kapalı. Taş yollar, cami, saat kulesi, bir kaç kafeteryasıyla sevimli bir köy burası. Hava kararmak üzere olduğundan hızla geziliyor köy. Sonra hızla Sarı Saltuk Baba Tekkesi’ne yol alıyoruz. Karınlar acıkmış, herkes Tekke’nin altındaki tesislerde yiyeceği alabalık ya da cevapların (kebapların) hayalini taşıyor. Sinirler gergin. Yağan yağmur, karanlıkta yolumuzu zorlaştırıyor. Her zamankinden farklı bir yola sapıyoruz. Kısa ve dar bir köprünün üzerinden hepimiz biraz da korkarak geçerken, yanımızda iyice yükselmiş Neretva nehrinin tedirginliğini taşıyoruz.
Bu hafta haberlerde taşan nehirleri dinleyince, Tedirgin olmakta ne kadar da haklıymışız diye konuşuyoruz Hüseyin’le. Ne yazık ki, cennetten bir köşe diyebileceğim Tekija’ya geldiğimizde hava iyice kararmış oluyor. Yemek iptal. Buna nehrinin kaynağından çıkan suyun gürültüsü, kararan havada ürkütüyor bizleri. Hızlı bir tur yapıp Mostar’a yol alıyoruz.
Mostar’da gece manzarası
Mostar’ı ilk defa gece göreceğiz. Kente geldiğimizde önce şehitliği ziyaret ediyoruz. Arkamızı döndüğümüzde caminin minaresini ve ünlü haçı görüyoruz yan yana. Mostar’ın gece daha aydınlatılmış olacağını düşünmüştük, yanılıyoruz. Bayram tatili nedeniyle neredeyse tüm dükkanlar kapalı. Saat 18.00 olmasına karşın ortalık ıssız. Çarşının girişinde açık olan tek börekçi dükkanına akın ediyor herkes. Yazın cıvıl cıvıl gördüğümüz çarşının akşam karanlığında, hafif yağan yağmurda ve sarı ışıklar altındaki hafif loş görüntüsü de bir hayli ilginç. İnsanı çeken, kendisine bağlayan bir şeyler var buralarda. Havada yine hoş bir odun kokusu…
Mostar’ı akşam karanlığında ve çok kısa bir süre görmek zorunda kalan yolcular biraz sitemli ve üzgün dönüyorlar otobüse. “Yazın gelmek farz oldu” diyor yolculardan bir. Mostar en az bir gün geçirilebilecek kadar enfes bir kent. Uzun yaz günleri, bu nedenle buraları gezmek için gerçekten çok daha uygun.
Mostar’ın ardından Sarajevo
Mostar’ın ardından nihayet Sarajevo’dayız. Sanırım Balkanlar’da insanın kendini en iyi hissettiği yerlerden birisi burası. Hatta görebildiğimiz kadarıyla Balkanlar’ın kalbi Sarajevo. Başçarşı da bu güzel kentin kalbi.
Bayramın üçüncü günü sabahın 9.00’unda soluğu Başçarşı’da alıyoruz. Ortalık sakin, dükkanlar daha açılmamış. Böyle de çok güzel Başçarşı. Kahvaltımızı ettik ya, gidip birer “kahva” içelim diyoruz. Lokumla kahvemizi içerken, oturduğumuz handaki yardım kuruluşuna kurbanlık almak için gelen insanları görüyoruz. Adetlerimiz neredeyse aynı adetler. Geleneklerin yüzyıllar boyunca değişmeden sürüyor olması insanın içini hoş ediyor.
Kahvemizi içiyor ama paramızı ödeyemiyoruz. “Bosna’da ekim ayından bu yana Euro kullanılmıyor” diyorlar. Belki de kış aylarında turistin az olması nedeniyle esnaf Euro kabul etmiyor. Paramızı bozdurup, yerel para birimi KM (konvertibl mark) ile kahve borcumuzu ödüyoruz. Başçarşı’daki iki çeşmeden suyumuzu içmeyi de ihmal etmiyoruz bu arada.
Kardeş kentlere yolculuk
Sarajevo’da dokuz kişilik bir heyeti oluşturarak Cazin ve Bihaç’a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Bosna Hersek Fahri Konsolosu Ahmet Kemal Baysak’ın önderliğindeki heyette Türkiye Bosna Hersek Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanı Cemal Şenel, zmir Bosna Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Şenay Biçer, Adana Bosna Hersek Kardeşlik Yardımlaşma Kültür Derneği Başkanı Fatma Kiminsu, Biga Bosna Hersek Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Eşref Temiz, Ergun Erkap, Mehmet Akovalı, Burhaniye Rumeli ve Balkan Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği’nden Fatin Rüştü Bektaş var.
Yol boyunca bize eşlik eden çevirmenimiz Muammer Kutlovac da yüksek öğretimini İzmir’de yapan Boşnak gençlerden. O da Kemal Bey’in desteğiye eğitim gördüğünü anlatıyor. Türkiye’yi çok sevdiğini, ama ülkesine dönüp iyi bir iş bulmaya ve yol almaya çalıştığını anlatıyor. Ülkedeki işsizlik nedeniyle ortaya çıkan rüşvet taleplerinden yakınıyor.
Cazin ve Urla kardeş kent olma yolunda
Bihaç kantonun kenti Cazin, ilk durağımız. Yol boyunca camilere bayram nedeniyle asılmış, ay yıldızlı yeşil bayraklar dikkatimizi çekiyor. Hemen her kentin girişinde ise “Bayram şerif mübarek olsun” yazılı pankartlar asılı. Cazin’e yaklaşık altı saatte varıyoruz. Dağlar, düzlükler aşa aşa vardığımız Cazin, küçük bir belde. Cazin ve ardından ziyaret edeceğimiz Bihaç Belediyesi’nin yöneticileri oldukça genç. Genç belediye yöneticilerine, deneyimli belediye meclis üyeleri ve danışmanlar eşlik ediyor. Deneyim, değişim ve dinamizm onları da bir araya getiren söylem olmuş buralarda.
Urla ile kardeş kent olma yolunda adım atan Cazin’de 70 bin kişinin yaşadığını söylüyor Belediye Başkanı Nermin Ogreşeviç; “Burada yaşayan insanlar çok dinamiktir. Tuttuğunu koparır. Amacımız sadece Urla Belediyesi ile değil, Türkiye ile de iş yapmak, ekonomik ilişkileri geliştirmek” diyor. Osmanlı Dönemi’nde Avusturya Macaristan sınırının bulunduğu Cazin’de bir çok tarihi yapı olduğunu öğreniyoruz. Sarajevo’ya uzaklığın getirdiği fiziki şartları zorlayarak gelişmek istediklerini anlatıyorlar.
Muhafazakar bir partili yöneticiler yönetiyor Cazin’i. Kadınların da cuma namazına gititğini duyunca şaşırıyoruz. Kentin en önemli yapılarından birisi olan medreseyi gezdiriyor bize belediyenin kültür işlerinden sorumlu bayan yetkilileri. “Medresenin resmi eğitimde yeri var mı?” deyince “Elbette. Burada hem kızlar hem erkekler eğitim alır, sonra da isterlerse yüksek okula devam ederler ” diye yanıtlıyorlar sorumu.
Cazin’in ardından Bihaç’a geçiyoruz. Kuşadası’yla kardeş şehir ilişkisi var Bihaç’ın. Dinamik Belediye Başkanı Hamdija Lipovaca, görüşme sırasında büyük bir içtenlikle sarılıyor Bosna Hersek Fahri Konsolosu Ahmet Kemal Baysak’a. Hak edilmiş övgüleri sıralıyor saygı sözcükleriyle. Toplantı sonrası akşamın karanlığı çökerken kenti hızlı bir turla geziyoruz.
Günün sürprizi Bihaç Belediyesi’nin hazırladığı Sevdalinka Gecesi oluyor. Balkanlar’daki neredeyse tüm bölgelerin halk oyunlarından bir ziyafet sunuyorlar bizlere. Kentin lise öğrencilerinin görev aldığı gecede neredeyse tüm yöreler giysileri, figürleri ve şarkılarıyla tanıtılıyor.
Tohumlar yeşeriyor
Köklerini aramak için yollara düşenler vardı bu bayram yanımızda. Uzaktakileri “kardeş şehir” protokolleriyle yakın etmeye çalışan insanların çabalarına tanıklık ettik yolculuğumuz boyunca.
Ahmet Kemal Baysak’ın uzun yıllar boyunca ektiği kardeşlik, dostluk, dayanışma ve işbirliği tohumlarının nasıl yeşerdiğine tanıklık ettik. Öncülerin attığı temeller üzerine dernek yöneticilerinin yeni yapılar oluşturma çabalarını gözlemledik.
Anne babaların kızlarını, oğullarını alarak ailecek yaptıkları bu yolculuklarda, kendilerinin kulaktan duydukları anıları, öyküleri evlatlarına yaşayarak göstermeye çalıştıklarını izledik.
Bosna Hersek, Hırvatistan ve Karadağ’da yeşeren dostluk ve kardeşlik tohumlarının büyümesine umarız politikacılar da izin verir.
Ata topraklarının izinde, köklerini arayan yeni kuşaklar da hep birlikte topladıkları meyvaları barış ve huzur içinde kardeşçe bölüşür ve yerler…
Yazar Saadet Erciyas’ın önceki “Kent-Yaşam” yazıları:
[catlist id=18 pagination=no]