Yaz sıcağında denize girmek değildir sizi çeken. Denizi koklamak, kıyıya vuran dalgaların sesini dinlemek, uçsuz bucaksız maviliği izlemek yeter.
Aç bile olsanız yollarda tuzak kurmuş mangalcılardan çıkan et kokusu başınızı döndürmez. Önünden geçtiğiniz küçücük bir fırından odun ateşinde pişmiş mis gibi kokan taze ekmek, yoldaki çeşmeden akan buz gibi suda yıkadığınız kıpkırmızı domates, bakkaldan aldığınız yağlı kağıda sarılıvermiş beyaz peynir yeter size.
Yoldaki çeşmelerden akan su nedense hep daha soğuktur.
Durmak istemezsiniz hiç bir yerde.
“Gideyim” dersiniz.
“Ucuzluk” maskesi altında kentinizdekinden hiç de farkı olmayan fiyatlarla satış yapan “outlet center”lara çılgınca dalanları görünce şaşırırsınız.
Ege’nin yemyeşil örtüsü kucaklayıverir sizi Aydın otobanından çıktığınız andan itibaren. Söke Ovası’nın, göz alabildiğine uzanan yeşilliği karşısında, “Biz harika bir ülkede, muhteşem bir bölgede yaşıyoruz” dersiniz bininci kez.
Kavurucu sıcakta ovalarda çalışan köylülere üzülürsünüz. “Onlar olmasa aç kalırdık” diye geçirirsiniz aklınızdan. Sizi duymasalar da teşekkür edersiniz.
Kuşadası’na yaklaşırken akşama doğru, gün batımında; güneşin, denizin mavisiyle kucaklaşıverdiğini görürsünüz gözünüzün önünde, kızararak.
Hafif bir serinlik çöker geceye doğru. Üzerinize bir hırka alırsınız. Limonata tadındaki havada, sivrisineklerin denizle oynaşmaktan yorgun düşmüş bedenler üzerinde yaptığı dalışlara bile gülersiniz.
Sonra yine yollara düşersiniz sabah erkenden.
Gece denizin koynuna giren güneş, olanca sıcaklığıyla çıkıverir yatağından.
“Gün boyu kapalı ofislerde, birbirlerinin yüzüne bakmayanların canını şöyle bir yakayım” dercesine ısıtıverir bedeninizi. Ama yine de güzeldir bu sıcaklık. Yollarda ayçiçeklerinin güneşe doğru yönelişini de görürsünüz. Bamyanın, kabağın çiçeğini de.
Gönlünüzce fotoğraf çekersiniz. Hatta fotoğraf çekmek için rastgele saptığınız tabelasız yollarda karşınıza bir anıt mezar çıkıverir Milas Gümüş Kesen’deki gibi. İçeri giremezsiniz. Yoldan geçen birine sorarsınız “Kapı ne zaman açılır?” diye. “Bekçi, gece 01.00’e kadar çalışıyor, sabah geç açar burayı” yanıtını alınca şaşarsınız. Saat 10.00’da bilgi almak için bir tabela ararsınız kapının dışında ısrarla. Bahçe içindeki size arkasını dönmüş tabeladaki yazıları bir türlü okuyamazsınız. Milat’tan sonra 2. Yüzyıla tarihlenen kentin simgesi bir anıt mezarın karşısında olduğunuzu, ancak evinize dönünce öğrenirsiniz.
Çam ağaçlarına paralel yol Bafa Gölü’yle buluşturur sonra sizi. Sabah güneşiyle gölün gümüş ışıltıları gözlerinizi kamaştırır. Çam ağaçlarının kokusu başınızı döndürür oksijenden.
Bir bakarsınız magazin sayfalarının baştacı Bodrum tabelası çıkmış önünüze. Bodrum’a doğru yol alırken Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın savrulmuş saçlarıyla betimlendiği bir portresinin yer aldığı tabela sizi durdurur. Okumadan geçemezsiniz.
“Yokuşbaşına geldiğinde Bodrum’u göreceksin
Sanma ki sen, geldiğin gibi gideceksin
Senden öncekiler de böyleydiler
Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler.”
Bodrum’a girişte karşınıza çıkıveren uçsuz bucaksız koylar sizi içine çeker. Mayonuzu evde unutsanız da umursamazsınız. Bir an önce kavuşmak istersiniz o güzel beldeye. Bodrum markası pembe beyaz begonviller, beyaz evler, mavilikleri çağrıştırır.
Ama trafik buna kolay kolay izin vermez. Hafta sonu Çeşme yolundaki trafikten beter sıkışıklık, kent içine girmenize olanak tanımaz. Marka imajıyla gerçek, bir türlü bağdaşmaz. Öğle sıcağında Cevat Şakir’in kemiklerini sızlatan bambaşka bir Bodrum’dan, kaçarcasına atarsınız kendinizi Güllük’ün henüz bakir kalmış ortamına.
Bembeyaz deniz fenerinin yanındaki terk edilmiş izlenimi veren evlerde “Kimse yok mu acaba” diye düşünürsünüz. Sonsuz maviliği kendi belleğinize ve sonra sık sık bakmak için fotoğraf makinanızın belleğine alır tekrar yollara düşersiniz.
Çünkü sizi kaçışa iten işler, bıraktığınız yerde bekler öylece.
Ama siz, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın dediği gibi “sanmayın ki geldiğiniz gibi döneceksiniz geriye.”
Category: Köşe yazıları